YENİ SESLİ ŞİİRLER
edebiyat sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
edebiyat sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster

Mehmet Akif Ersoy'un Hayatı



Mehmet Âkif Ersoy 20 Aralık 1873 de İstanbul'da doğdu. Asıl adı Mehmet Ragif 'dir. Baba tarafından Arnavut, anne tarafından Özbek olan Cumhuriyet Şairi aynı zamanda veterinerdir. Ayrıca öğretmenlik, vaizlik, Kuran mütercimi, ve milletvekilliği yapmıştır. 

   Babası ona ebced hesabıyla tarih düştüğü Ragıyf ismini verir. Fakat bu yapma kelime bilinmediği için herkes onu Akif olarak çağırır ve ismi öyle kalır. 


İlk öğrenimini Fatih'te Emir Buhari Mahalle Mektebi’nde başlayan Mehmet Akif Ersoy, ortaöğretimini Fatih Merkez Rüştiyesi’nde başladı (1882). Bir yandan da Fatih Camii'nde Farsça derslerini takip etti. Dil öğrenme ilgisi  ona Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızcada eğitimi boyunca hep önde olmasını sağladı. 


Rüştiyeyi bitirdikten sonra annesi medrese öğrenimi görmesini istiyordu ancak babasının desteği sonucu 1885'te dönemin gözde okullarından Mülkiye İdadisi’ne kaydoldu. 1888’de okulun yüksek kısmına devam etmekte iken başına gelen talihsilikler (babasını kaybetmesi ve ertesi yıl büyük Fatih yangınında evlerinin yanması) aileyi yoksulluğa düşürdü. Babasının öğrencisi Mustafa Sıtkı aynı arsa üzerine küçük bir ev yaptı, aile bu eve yerleşti. Artık bir an önce meslek sahibi olmak ve yatılı okulda okumak isteyen Mehmet Âkif, Mülkiye İdadisi’ni bıraktı. O yıllarda yeni açılan ve ilk sivil veteriner yüksekokulu olan Ziraat ve Baytar Mektebi'ne (Tarım ve Veterinerlik Okulu) kaydoldu.1889'da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi'ni 1893'te birincilikle bitirdi.   Böylece veterinerlik hayatı başlamış oldu.



Zirâat nezâretinde baytar olarak vazife aldı. Üç dört sene Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da bulaşıcı hayvan hastalıkları tedâvisi için bir hayli dolaştı. Bu müddet zarfında halkla temasta bulundu. Âkif'in memuriyet hayatı 1893 yılında başlar ve 1913 târihine kadar devam eder.

Memuriyetinin yanında Ziraat Mektebinde ve Dârulfünûn'da edebiyat dersleri vermiştir.


1893 senesinde Tophâne-i Âmire veznedârı M. Emin Beyin kızı İsmet Hanımla evlendi.



İlk şiirlerini Resimli Gazete'de yayımladı. 1906'da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907'de Çiftçilik Makinist Mektebi'nde hocalık etti. 1908'de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi. İlk şiirlerinin yayımlanmasını izleyen on yıl boyunca hiçbir şey yayımlamadı. 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte Eşref Edip'in çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve sonra Sebilürreşad dergilerinde sürekli yazılar yazmaya, şiirler ve çağdaş Mısırlı İslam yazarlarından çeviriler yayımlamaya başladı. 

1913'te Mısır'a iki aylık bir gezi yaptı. Dönüşte Medine'ye uğradı. Bu gezilerde İslam ülkelerinin maddi donatım ve düşünce düzeyi bakımından Batı karşısındaki zayıflıkları konusundaki görüşleri pekişti. Aynı yılın sonlarında Umur-u Baytariye müdür muavini iken memuriyetten istifa etti. Bununla birlikte Halkalı Ziraat Mektebi'nde kitabet ve Darülfununda edebiyat dersleri vermeye devam etti. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdiyse de cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair and içti. 


Âkif okulda öğrendikleriyle yetinmeyerek, dışarda kendi kendini yetiştirerek tahsilini tamamlamaya, bilgisini genişletmeye çalıştı. Memuriyet hayatına başladıktan sonra öğretmenlik yaparak ve şiir yazarak edebiyat sâhasındaki çalışmalarına devam etti. Fakat onun neşriyat âlemine girişi daha fazla 1908'de İkinci Meşrutiyetin îlânıyla başlar. Bu târihten itibaren şiirlerini Sırât-ı Müstakîm'de yayınlanır.

1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Şubat 1921 günü İstiklâl Marşı'nı yazdı. Meclis 12 Martta bu marşı kabul etti.


1926 yılından îtibâren Mısır Üniversitesinde Türkçe dersleri verdi. Derslerden döndükce Kur'ân-ı kerîm tercümesiyle de meşgul oluyordu, fakat bu sırada siroza tutuldu. Önceleri hastalığının ehemmiyetini anlayamadı ve hava değişimiyle geçeceğini zannetti. Lübnan'a gitti. Ağustos 1936'da Antakya'ya geldi. Mısır'a hasta olarak döndü.

Hastalık onu harâb etmiş, bir deri bir kemik bırakmıştı. İstanbul'a geldi. Hastanede yattı, tedâvi gördü. Fakat hastalığın önüne geçilemedi. 27 Aralık 1936 târihinde vefat etti. Kabri Edirnekapı Mezarlığındadır.


Mehmed Âkif milletini ve dînini seven, insanlara karşı merhametli bir mizaca sâhip, şâir tabiatının heyecanlarıyla dalgalanan, edebî bakımdan kıymetli şiirlerin yazarı meşhur bir Türk şâiridir. İstiklâl Marşı şâiri olması bakımından da "Millî Şâir" ismini almıştır.


Şairin en büyük eseri Safahat genel adı altında toplanan şiirleri şu  kitaplardan oluşmuştur:



Safahat (1911)  

Süleymaniye Kürsüsünde (1912)  

Hakkın Sesleri (1913)  

Fatih Kürsüsünde (1914)  

Hatıralar (1917)  

Asım (1924)  

Gölgeler (1933). 

---------------------------------------------------------------------
Mehmet Akif Ersoy'un Şiirleri


  •  Acem Şahı
  •  Âhiret Yolu
  •  Alınlar Terlemeli
  •  Âmin Alayı
  •  Âtiyi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak...
  •  Azim
  •  Azimden Sonra Tevekkül
  •  Bayram
  •  Bebek Yâhud Hakk-ı Karâr
  •  Bir Ariza
  •  Bir Gece
  •  Bir Mersiye
  •  Bülbül
  •  Çanakkale Şehidlerine
  •  Cânan Yurdu
  •  Derviş Ahmed
  •  Dirvâs
  •  Durmayalım
  •  Ezanlar
  •  Fatih Camii
  •  Geçinme Belâsı
  •  Hasta
  •  Hüsâm Efendi Hoca
  •  Hüsran
  •  İstiğrâk
  •  İstiklal Marşı
  •  Kocakarı ile Ömer
  •  Küfe
  •  Mahalle Kahvesi
  •  Meyhane
  •  Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile...
  •  Ne Eser, Ne de Semer
  •  Olmaz ya... Tabii... Biri İnsan, Biri Hayvan!
  •  Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi
  •  Resmim İçin
  •  Ressam Haklı
  •  Seyfi Baba
  •  Şark
  •  Şehitler Abidesi İçin
  •  Tebrik
  •  Tevhid Yâhud Feryâd
  •  Umar mıydın?
  •  Uyan
  •  Yâ Râb Bu Uğursuz Gecenin Yok Mu Sabâhı?





 

MEHMET ÂKİF ERSOY’UN “ÇANAKKALE ŞEHİTLERİ” ADLI ŞİİRİNDE DİL VE ÜSLÛP - Çanakkale Şehitleri Şiiri İncelemesi


Çanakkale Şehitleri Şiiri incelemesi: 





MEHMET ÂKİF ERSOY’UN “ÇANAKKALE ŞEHİTLERİ” ADLI ŞİİRİNDE DİL VE ÜSLÛP*

ÖZET
Türk edebiyatının en büyük şâirlerinden birisi de kuşkusuz Mehmet Âkif Ersoy’dur. Bu yazıda, İstiklâl Marşı şâiri olarak da tanınan Mehmet Âkif Ersoy’un genelde edebî yönü; özel de ise dil ve üslûp ciheti ele alınmıştır. Daha sonra Mehmet Âkif Ersoy’un “Çanakkale Şehitleri” adlı şiiri göz önüne alınarak şâirimizin dil ve üslûp özellikleri saptanmaya çalışılmıştır. En güzel Çanakkale şiirlerinden birisi olan bu yapıt; kelime dağarcığı, söz varlığı gibi cihetlerden (sayısal verilerle) ortaya konulmaya çalışılmıştır.

THE LANGUAGE AND STYLE IN “MARTYRS OF ÇANAKKALE” POEM BY MEHMET AKİF ERSOY
ABSTRACT
Doubtless, Mehmet Akif Ersoy was also one of the greatest poets in Turkish Literature. In general, although he is known as a poet, in this text his literary side has been shown. Later on his poems were tried to determine by taking into consideration his language and style which were seen in his poems .His Martyrs of Çanakkale poem which is one of the most beautiful poems of Çanakkale was investigated in the aspect of his language and style . The poem was numerically put forth for consideration in both vocabulary and force of expression.

Giriş
İstiklâl Marşı şâiri olarak da tanınan milli şâir ve mütefekkirimiz Mehmet Âkif Ersoy, 1873 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. İmparatorluğun en sıkıntılı yıllarında yaşamış olan milli şâirimiz, muhterem babaları Hoca Tâhir Efendi’nin gayretleri sayesinde iyi bir aile terbiyesi, ahlakî ve kitabî eğitim almıştır. Daha lise yıllarında şiire ve edebiyata merak saran Mehmet Âkif Ersoy edebiyatı tam anlamıyla ruhuna, özüne sindirebilmiş nâdir edebiyatçılarımızdandır. “İstiklâl Marşı şâiri Mehmet Âkif Türk edebiyatında bir ahlak ve fazilet timsali, bir dînî îman san’atkârı ve bir millî heyecan şâiri sıfatiyle ebedîleşmiştir.”[1] Yokluk, çile ve ızdırap içinde hayat süren Âkif 1936 yılında vefat etmiştir.[2]
Türk edebiyatının güçlü simalarından Fuat Köprülü, edebi esere dönemin tarihî ve sosyal yapısının etki ettiğini değişik şekillerde ifade etmiştir. Merhum Mehmet Kaplan’a göre de insanın ailesi, çevresi, çocukluğu, mahallesi vs. faktörler onun düşünce ve yazı hayatına azımsanamayacak derecede tesir etmektedir. İşte bu noktadan hareketle Mehmet Âkif Ersoy’un yaşadığı dönemin siyasî ve sosyal yapısının yanında ailesi, yakın çevresi vb. durumlarının da sağlıklı bir şekilde bilinmesi gerekmektedir. Genel hatlarıyla bakıldığı zaman 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başlarındaki Osmanlı İmparatorluğu savaşların kıskacında kalmış yoksul bir devlet görünümündedir. Dönemin devlet görünümüyle Âkif’in hayatı arasında bir benzerlik söz konusudur. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Âkif, 63 yıllık hayatı boyunca bir kez olsun refaha ermemiştir. Yoksulluk, acı, gurbet Âkif’in ruhunda ve ruhunun yansıması olan şiirlerinde açıkça görülmektedir.
Mehmet Âkif Ersoy’un şiirlerinde sosyal düşünce hakimdir. Kişisel sanat gayelerinden uzak insanlığı ve kendi milletini kucaklayan, ‘ben’ duygusu yerine ‘biz’ duygusunun hakim olduğu şiirler Âkif’le bütünleşmiştir. Âkif denilince çileli ve sıkıntılı bir hayat akla gelir. Memleket sevdası ise şâirimizde hiçbir zaman zerre kadar eksilmemiştir. Edebiyat ve sanat görüşü açısından milli şâirimizin şu sözleri dikkate değerdir.
“Edebiyatı nasıl telakki ettiğimizi, nasıl bir meslek tutmak istediğimizi şimdiye kadar çıkan yazılarımız elbette göstermiştir. Şiir için, edebiyat için –süs-, -çerez- diyenler var. Karnı tok, sırtı pek milletlere göre bu söz belki doğrudur. Lâkin bizim gibi aç, çıplak milletlere süsten, çerezden evvel giyecek, yiyecek lâzım. Onun için ne kadar süslü, ne kadar tatlı olursa olsun, libas hizmetini, gıdâ vazifesini görmeyen edebiyat bize hiç söylemez.”[3]
Mehmet Âkif Ersoy’un şiirlerinin toplandığı yedi ciltten oluşan meşhur esere Safahat adı verilmektedir. 11.240 mısrada müteşekkil bu eserde toplam 108 şiir bulunmaktadır. İçerisinde Çanakkale Şehitleri’nin de geçtiği altıncı kitap ‘Asım’ 2292 mısradan oluşmaktadır. Bu kitap iki kez basılmıştır. (1924 – 28) Safahat içerisinde her açıdan en kıymetli şiir Âsım’dır. Şâirin hemen hemen her konuya bakışını, fikir ve düşüncelerini barındıran Âsım’ın bize göre en önemli kısmı meşhur Çanakkale Şehitleri[4] şiiridir.
Dış (devrin sosyal ve kültürel şartları, aile çevresi ) ve iç (mizaç, ruhi durum) etkenlerin tabi bir sonucu olarak Âkif’in edebi karakteri sanatçının kendi ruhunda yoğrulup şekillenmiştir. Bu durum Âkif’i diğer edebi şahsiyetlerden ayıran, onu özgün kılan üslûp kişiliğini oluşturmuştur. Sanat eserinde şekil ve dış yapı arasında uzak olmayan bir bağlantı olduğu için sanatçının iç dünyasında şekillenen dinamitler onun dil ve üslûbunu da aynen yansımıştır.
Milli şâir Âkif’in her şiirinde onun dil ve üslûbunu anlayabileceğimiz ipuçları mevcuttur. Âkif kelimenin tam anlamıyla milli, dini ve kültürel değerlerine son derece bağlı bir mütefekkir şâirdir. Türk edebiyatında aruz’u Türkçe’ye en güzel biçimde uygulayan şâirlerimizden biri de kuşkusuz Mehmet Âkif Ersoy’dur. Yerli olmayan bir şiir ölçüsü Âkif’in şiirlerinde milli vezin olarak göze çarpmaktadır. Çanakkale Şehitlerini de içine alan Safahat’ın altıncı kitabı olan Âsım bu açıdan Türkçe’nin ve aruz ölçüsünün muhteşem bir hünerle kullanıldığı pürüzsüz konuşmalar ve ince nüktelerden ibarettir. “Bu manzum eserde Âkif’in Türk milletine karşı büyük îmanı ve bu îmanın şerefli bir terennümü olan Çanakkle Şehidleri için yazdığı âbide şiir de vardır.”[5] Her yönüyle milliliği esas alan Âkif’in dil ve üslûp görüşü şöyledir:
“Sâde yazmak bizim için asıldır. Ne zaman bu asıldan ayrı düşmüşsek, mutlaka muztar kalmışızdır. Yalnız sâdelikde –cennet- i beğenmeyip –uçmak-, -cehennem- i bırakıp –tamu- diyecek kadar ileri gidecek değiliz. Hele dilimizin şivesini, ister Napolyon çizmesi çekmiş ister İngiliz çorabı giymiş olsun, hiçbir ecnebi ayağına çiğnetmeyeceğiz. Bu hususta ne kadar ta’assub, ne kadar muhafazakarlık kabilse göstereceğiz. Evet, eskiler gibi Arapça, Acemce düşünülüp; yahut yeniler gibi Fransızca, Almanca tertip eyleyip Türkçeye ondan sonra nakl olunan yazılara karşı gücümüz yettiği kadar hücûm edeceğiz. Zira şu hakikate iyice inanmışız ki: Dilsiz millet gibi şivesiz dil de yaşamaz; her memleket nasıl kendi tabiî hududu dahilinde ilerlerse, her dil de kendi fıtrî şivesi dairesinde terakki eder. Lisanın şivesine uymayan eserler mahdud bir kısım halk arasında bir müddet yaşar; lâkin sonra da ölür gider.”[6]
Türk edebiyatında en güzel ve etkileyici Çanakkale şiiri olarak bilinen Mehmet Âkif Ersoy’un Çanakkale Şehitleri adlı şiiri 84 mısradan müteşekkildir.
Günlük konuşma dilini şiir diline uyarlayarak sosyal bir şiir dili doğuşuna öncülük yapan Mehmet Âkif Ersoy’un dil ve üslûp özelliklerini tespit edebilmek için onun bazı özelliklerini bilmemiz gerekir. Vatan şâiri Âkif’in genelde edebî şahsiyetinin özelde dil ve üslûp özelliklerinin oluşmasına tesir eden bazı özellikleri şunlardır:
- Samimiyet ve içtenliği
- Eşine az rastlanır dostluğu
- Yalnızlığı
- Siyasetten uzak duruşu
- Okuyan ve okutan bir yapısının olması
- Fedakarlığı
- Vefanın timsali olması
- Cehalete düşman olması
- Dindarlığı
- Vatanseverliği
- İdealist yapısı
- Cömert ve mütevazı olması
- Cesur ve dürüst olması
Arap, Fars ve Fransız dillerini iyi derecede bilen Âkif aynı zamanda mükemmel bir Türkçeciydi. 1919 yılında dönemin Milli Eğitim Bakanlığı tarafından oluşturulan Kamûs-i Arabî Heyeti’nde başkan olarak görev yapan Âkif’in Arapça kelimelere bulduğu Türkçe karşılıklar heyetteki herkesi hayretler içinde bırakmıştır.
Çanakkale Şehitleri şiirinde Mehmet Âkif Ersoy’un dil ve üslûp özelliklerini (kısmî olarak) yansıtan bazı ifadeleri şöyle sıralayabiliriz.[7]
1. Yerel, mahalli ağız kullanımı: Bu şiirde Âkif çağdaşlarına göre gayet sâde ve anlaşılır bir Türkçe kullanmıştır. Şiirde geçen kafa, ayak, el, kol, bacak, çene, çelik, sürü, yaylım, yıldırım, sırt, sağnak, dağ, taş, öte, beri, eski, yeni, çehre, ordu, dört, kara, yoksul, vahşet vb. kelimeler Anadolu insanına çok uzak olmayan tarzda günlük hayatta sıkça kullanılan sözlerdir. Bu kelimelere bakan birisi Âkif’i bir halk edebiyatı şâiri gibi düşünebilir. Belki de Âkif’i güzelleştiren, onu Türk halkına sevdiren özelliklerinden birisi de yerel ağız kullanmasıdır. Bu hususta şâirin ne kadar hassas olduğunu daha önceden belirtmiştik.
2. Soru sorarak anlamı güçlendirme: Milli şâir Âkif’in bütün şiirlerinde olduğu gibi bu şiirde de soru sorma sanatını (istifham) sık sık kullandığını görmekteyiz. Hatta şiirin başlangıç kısmı bile ‘Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi? diyerek başlar. Edebiyat literatüründe Şaşırtma Üslûbu’[8] olarak bilinen konu içerisinde soru sorma (istifham) alt madde olarak geçer. “Şâir bazı olaylar ve durumlar karşısında şaşkınlık, hayret ve hayranlık duygularını daha belirgin kılmak, güçlendirmek için cevap beklentisi içinde olmadan sorular sorar.[9]” ‘Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?’ derken okuyucunun ne kadar derinden etkilendiği ortadadır. Usta şâir Âkif ruhundaki mistik duyguları sâde dille yoğurarak enfes şiirlerini okuyucuya ikram eder.
3. Övgü: Şâir söylemlerini daha çekici hale getirmek için şiirde kendini veya bir başkasını över. Bu şiirde Âkif, vatan için gözünü kırpmadan canını feda eden asker için övgüler yağdırır. Hatta bir yerde Çanakkale Şehitlerini Bedir Savaşı’ndaki askerlere eş tutarak

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i..
Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi.

demektedir. Şiirde geçen diğer övgü mısralarından bazıları şunlardır:
Bu şiirin büyük bölümünde Mehmetçik’e övgü vardır.

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i ilâhi o metin istihkam.

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın

4. Yergi: Âkif, duygu zengini bir şâirimizdir. Yedi devletin birleşip zayıflamış bir devlete saldırmasını hainlik olarak niteleyen milli şâir özellikle bu şiirin başlangıç kısımlarında düşman devletlerini nefretle anlatır.

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En keşif orduların yükleniyor dördü beşi

Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya

derken Osmanlı’nın aczi karşısında düşman ordularının acımasızlığını bu mısralarla dile getirir. Bazen içindeki öfke ve deniz dalgası gibi kabarır ve:

Ne hayasızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde – gösterdiği vahşetle – bu bir Avrupalı!
Dedirir yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahud kafesi!

Şeklindeki söylemleri kullanarak durumu şu mısrasıyla özetler.

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk;
Sâde bir hadise var ortada: Vahşetler denk

Başlangıç kısımlarında düşmana yergi, son kısımlarında ise Mehmetçik’e övgü vardır. Bazı yerlerde Âkif’in kızgınlığı o kadar artar ki şâir:

Kusdu Mehmetçiğin ağlarca durup karşısına
Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat yüzsüz.

5. Seslenme: Söylev ve nutuk olarak da bildiğimiz seslenme üslûbu ile şâir bir hatip edası ile söylemlerinin tesirini artırır, söyleyişe canlılık kazandırır. Âkif’in öne çıkan yanlarından birisi zaten onun hatip olmasıdır. Bu şiirde Âkif düşman zulmünü anlatmak, duyduğu derin acıyı aksettirmek için çoğu kez seslenme yoluna başvurur. Metrekareye 6 bin merminin düştüğü savaş meydanında mermiler askere değil de Âkif’in kalbine saplanmış gibidir. Mehmetçik için;

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

diye seslenen Âkif’in bu şiirinin çeşitli yerlerinde hitabeti örneklendiren diğer mısralar şunlardır:

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?

Âh o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil

6. Karşılıklı Konuşma: Mehmet Âkif Ersoy’un pek çok şiirinde olduğu gibi ( Mahalle Kahvesi, Seyfi Baba gibi) bu şiirinde de doğrudan olmasa da dolaylı olarak bir diyalog söz konusudur. Çanakkale Şehitleri şiirinin genelinde bir sohbet, karşılıklı konuşma havası vardır. Şiiri okuyan kişi kendisini muhatab alabilir. Âkif bu şiirde doğrudan okuyucuyu muhatab kabul etmektedir. Bu durum şiiri etkin kılma yolunda ( şâir ve okuyucu açısından) son derece önemlidir.

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
‘Bu, taşındır’ diyerek Kabe’yi diksem başına;
Nerde gösterdiği vahşetle ‘bu: bir Avrupalı!’
Hangi kuvvet onu, haşa, edecek kahrına râm?

mısraları durumu örneklendirmektedir.

7. Tasvir: Anlamı açık seçik biçimde ortaya koymada başvurulan üslûp tarzlarından birisi de tasvirdir. Âkif muazzam bir tasvir yeteneğine sahiptir. O, gözüyle gördüğü herşeyi tıpkı bir fotoğraf makinesi gibi resmeder. Meşhur eseri Safahat’ın geneline bakıldığı zaman tasvir konusunda ne kadar usta olduğunu görebiliriz. Bu şiirde ise düşmanın durumu ve niteliği, savaş meydanı, Osmanlı devletinin zayıflığı, Türk askerinin imanı dikkate değer şekilde tasvir edilmiş, betimlenmiştir. Bilinen bir gerçek var ki Âkif Çanakkale Savaşlarını görmeden bu şiiri yazmıştır.

Eski Dünya Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mahşer
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı…

Övgü, yergi, soru, karşılıklı konuşma, hitabet vb. üslûp şekillerini bu şiirde başarıyla
uygulayan Âkif kendine has bir çizgi oluşturmuş şâirlerimizdendir
Şimdi de üzerinde durduğumuz şiiri dil özellikleri ile ele almaya çalışalım.
“Şiirde dil, bilinen anlamıyla insanlar arası iletişim kurma aracı değildir. İletişimsel kullanımının ötesinde bir işlevi vardır. Şâir, duygusal ve imgesel yönü ağır olan bir dil kullanır. Şiirde görülen dil, dilin alışılmış düzeninden farklı bir yapı arz eder. Söz ve kelime oyunlarına yer verir. Şâir, dilin tüm imkanlarını kullanarak onun, daha çok iletişimsel boyutu değil, sezdirimsel boyutu üzerinde durur.[10]

Kendine özgü bir şiir dili oluşturmayı başaran Âkif, şiirlerinde günlük konuşma diline yakın ifadelere yer verir.

8. Parantez İçi Cümle ve İfadelere Yer Verme: Bu şekilde şiir yazma dilin daha düzgün kullanımı açısından pek de hoş karşılanmaz. Fakat Türk dilini aruz ölçüsüne uydurmak da sanıldığı kadar kolay değildir. Bu yönden bakıldığı zaman sözü edilen ifade şekli zaman zaman kullanılmıştır.


Nerde – gösterdiği vahşetle – ‘bu bir Avrupalı’

Dedirir – yırtıcı, his yoksulu, sırtlar kümesi,

‘Gömelim gel seni târihe’ desem sığmazsın

‘Bu taşındır’ diyerek Kâbe’yi diksem başına

mısralarında bu durumu görebilmekteyiz.

9. Ünlemler: Âkif yazdığı bu kahramanlık şiirinin çok yerinde ünlem kullanmayı tercih etmiştir. Bu ifade şekli durumun önemini ortaya koymaktadır.

Bir hilâl uğruna yâ Rab ne güneşler batıyor!

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kovada!

10. İkilemeler: Anlamın etkisini artırmak için aynı, yakın anlamlı ve zıt kelimelerin tekrar edilmesidir.

Kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mahşer

Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela?

Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar, taşlar…

Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana

Uzanırken gece mehtabı getirsem yanına

Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem

En keşif orduların yükleniyor dördü beşi

11. Deyimler: Sıkça kullanılan bağdaştırıcılardandır. Âkif mahalli dili çok sevdiği için olsa gerek bu şiirinde de deyimlere sıkça yer vermiştir. Deyimlerden bazıları şunlardır:
yol bulmak, kum gibi kaynamak, beyninden inmek, ölü püskürmek, sağnak sağnak boşanmak, mermi gibi yağmak, namusumuzu çiğnetmemek, uzanıp yatmak, dar gelmek, tarihe gömmek, taş dikmek, tavan satmak, yara sarmak, hüsrana bağmak, kucak açmak

12. Cümle: Şiir dilinde cümleler genellikle devrik yapıda olur. Çanakkale Şehitlerinde de cümlelerin büyük çoğunluğu devriktir.



Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat

Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber

Saçıyor zırha bürünmüş o namerd eller

Cümlelerin çoğunda eksiklik görmekteyiz. Bir başka ifadeyle eksiltili cümle görmekteyiz.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…

Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayrân…

İsim ve fiil cümlelerinin her ikisi de kullanılmıştır.

Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana (Fiil cümlesi)

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o gün..(İsim cümlesi)

13. Özel Ad Kullanımı: Şiiri etkin ve canlı hale getirebilmek için şâirler, meşhur adlardan yararlanırlar. Bu şiirde Âkif; Kılıçaslan, Selahattin (Eyyubi), Bedir, Kanada, Ostralya, Peygamber (Hz. Muhammed S.A.V.), Süreyya, Marmara, Avrupa gibi adlardan yararlanmıştır.

14. Söz Varlığı: Âkif’in düşmanı nitelemek için kullandığı sözler genellikle öfke ve kızgınlık anında kullanılan kelimelerdir. Bela, kahbe, yamyam, his yoksulu, yırtıcı, sırtlan kümesi, yüzsüz, mel’un gibi.

Şiirde savaş anlatıldığı için muharebe terimleri de sıklıkla kullanılmıştır. Bunlardan bazıları;Top, tüfek, zırh, istihkam, tabya, gülle, mermi, bomba vb. kelimelerdir. Aruz veznini Türk diline uygulamada çok başarılı olan şâirimiz bu şiirinde de aruz ölçüsü kullanmayı ihmal etmemiştir. Şiirin ölçüsü şu şekildedir:

Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün

Sonuç
Mesnevi nazım şekli ile yazılmış olan bu şiir 84 mısra, 42 beyitten müteşekkildir. Aruz vezninin Türkçeye en güzel uygulamalarından birisini burada görmekteyiz. Eserin dili dönemine göre oldukça sâde ve anlaşılırdır. Dildeki sâdelik Âkif’in sanatına bir engel teşkil etmez. Şâir edebi sanatlardan sıklıkla yararlanmaktadır. Karahanlı Türkçesi zamanında kullanılan Arapça ve Farsça kelimelerin büyük çoğunluğu burada da karşımıza çıkmaktadır.[11] Bir başka ifadeyle dilimize yabancı dillerden, abartılacak kadar, çok kelime girmemiştir. Şiirin dili konuşma diline yakındır. Yerel söylemler ve millilik göze çarpan ilk unsurlardandır. 84 mısralık şiirde toplam 369 kelime mevcuttur. Bu kelimelerden 287 tanesi isim; 82 tanesi ise fiildir. 369 kelimelik şiirin tamamında sâdece 8 adet Farsça tamlama kullanılmıştır. Bu kullanımlar ise vezin gereğidir. (akvâm-ı beşer, enkâz-ı beşer, mevki-i müstahkem, mahluk-i asil gibi). Arapça ve Farsça kelimeler eserin geneline bakıldığı zaman çoğunluk oluşturmaz. Şiirdeki Arapça ve Farsça kelimelerin sayısı ise 155’tir. Bu sayı korkulacak bir değer değildir. Çünkü Âkif’in 1890’lı yıllarda yazdığı şiirlerinde bu oran %60-65’leri gösteriyordu.[12] Şiirde dikkat çeken bir diğer nokta ise şâirin sık sık sıfatlardan yararlanma yoluna gitmesidir. Bu şekilde şiirin anlatma, ifade etme yetisi artmakta ve içerik zenginleşmektedir. (Eski Dünya, yeni Dünya, çelik tabya, mor bulutlar, demir çenber, ufacık kara, arslan nefer gibi).
 

İskender Pala - Kurban Bayramı Edebiyat Sohbeti


Kurban Bayramınız Kutlu Olsun Edebiyat Severler...

İncir Çekirdeği Programı
İskender Pala
Kurban Bayramı Sohbeti
Edebiyat Sohbeti



Sesli Şiir Vakti
 

Necip Fazıl Kısakürek - Hayatı




HAYATI (1904 - 1983)

26 Mayis 1904'te, Persembe günü sabaha karsi, Istanbul'da büyük bir
konakta dogdu.

Kayitli bir secereyle, Alâüddevle devrinin Seyhülislâmi Mevlâna Bektût Hazretlerine dayanan ve Osmanogullarindan daha eski bir aile olan Dülkadirogullarina bagli 'Kisakürekler' soyuna mensuptur.

Necip Fazil, ilk dinî telkin ve terbiyesini, tek oglunun tek oglu olarak Mehmet Hilmi Efendi'den aldi; okuyup yazmayi henüz 5-6 yaslarindayken ondan ögrendi. Birçok siirinin ana imajini ve ruhî kaynagini teskil eden 'yakici bir hayal kuvveti, marazi bir hassasiyet, dehsetli bir korku' seklinde özetledigi ve hastaliktan hastaliga geçtigi ilk çocukluk yillarini, çocukluk hâtiralarinin kaynastigi bir 'tütsü çanagi' olan, büyükbabasina ait Çemberlitas'taki Konak'ta geçirdi.

Büyükbabasi Mehmet Hilmi Efendi'den sonra, hasariliginin önüne geçmek için onu 5-6 yaslarinda bir sürü 'abur cubur' romanla tanistiran, eski Halep Valisi, Zaptiye Naziri Salim Pasa'nin kizi, büyükannesi Zafer Hanim, ruhi yapisini baska hassasiyetler açisindan etkilemekte büyük pay sahibi oldu. Bir yas küçügü kiz kardesi Selma ile büyük babasinin ölümü ise, onu disaridan etkileyen çocukluk günlerine ait asla unutamayacagi iki hadiseyi teskil etti.

Bahriye Mektebi'ne girecegi 1916 senesine kadar Büyükdere'de Emin Efendi isimli sarikli bir hocanin islettigi mahalle mektebinden baslayarak çesitli okullara devam etti. Fransiz Papaz ve Kumkapi'daki Amerikan kolejinin ardindan Serasker Riza Pasa yalisindaki Rehber-i Ittihad mektebine verildi. Yatili olan bu mektepte de fazla kalamayinca, bir süre için Büyük Resit Pasa Numûne mektebine ve seferberlik sebebiyle gidilen Gebze'nin Aydinli köyünde, köyün ilk mektebine yazildi. Ilk mektebi, Heybeliada Numûne Mektebi'nde bitirdi.

1916'da, 'Ne oldumsa bu mektepte oldum' dedigi ve sahsiyetinin ana dokusunu örgülestirdigi 'Mekteb-i Fünûn-u Bahriye-i Sahâne'ye imtihanla ve en titiz muayeneler neticesinde alindi. Hayatinin en nazik dönemini geçirdigi Bahriye Mektebi, içindeki bütün isik cümbüsleriyle ona, kendisini gösteren bir ayna, parlak bir zemin oldu. Ilk metafizik arayiciliklari ve zabitlerin bile benimsedikleri 'Sair' lakabi ile ilk aruz talimleri orada basladi.

Namzet sinifindan ayri üç harp sinifini bitirdikten ve mezuniyet durumuna geçtikten sonra diplomasini beklerken, ilave edilen dördüncü sinifi bitirmemeye karar verdi ve mektepten ayrildi. Bir müddet sonra da, o tarihte namzet ve sadece üç harp sinifindan ibaret Bahriye Mektebini ikmal ettigine dair diplomasini aldi. (1920)

17 yasinda, o günkü adiyle ' Istanbul Darülfünûnu Edebiyat Medresesi Felsefe Subesi 'ne girdi. (1921)


O günlerin (1928 Harf inkilabina kadar) edebiyat alemini, Ziya Gökalp'in kurup Yakup Kadri ve arkadaslarinin çikardigi Yeni Mecmua, Dergâh, Anadolu Mecmuasi, Milli Mecmua ve Hayat Mecmuasi teskil etmekteydi. Bu âlem içinde ilk siirlerini Yeni Mecmua'da yayinladi.

(1922) Cumhuriyetin ilanindan bir yil sonra, 20 yasinda, Maarif Vekaletinin Avrupaya tahsile gönderilecek ilk talebe grubu için açtigi imtihandaki basarisiyle üniversitedeki (sömestre) lerini resmen tamamlamis sayildi ve Paris'e gönderildi. Sorbon Üniversitesi Felsefe bölümüne girdi. (1924)
Paris hayati, kendini arayisinin müthis his helezonlari, korkunç girinti ve çikintilari arasinda, nefs cesareti bakimindan hayal yakici bir tablo çizdi.

1925'te ilk siir kitabi 'Örümcek Agi'ni bastirdi. O yillarda bankacilik yeni ve gözde bir meslekti. 'Felemenk Bahr-i Sefit Bankasi'nda çalismakta olan Salih Zeki'yi ziyarete gittigi bir gün, arkadasinin tesvik ve tavassutu ile ayni bankada ise basladi. Daha sonra gayet kisa sürelerle Osmanli Bankasinin Ceyhan, Istanbul ve Giresun subelerinde çalisti.

1928 - 29 senelerinde 'Bâbiâli' adli otobiyografik eserinde tafsilatli sekilde anlattigi, Bâbiâli palamarina bagli 'Bohem Hayati'ni son kertesine çikardi.
Henüz 24 yasindayken, 'Kaldirimlar' isimli ikinci siir kitabinin yayinlandigi ve ortaligi takdirle karisik hayret seslerinin bürüdügü 1928 yili, onun siir diyapozonunun herkesce begenilmek noktasindan en dik irtifalari kaydettigi basamak oldu. Bütün eser mevcudu 64 yaprak ve 128 sahifeyi geçmezken, hakkinda yazilip çizilenler bunu kat kat geçmisti.

1929 yazinin sonlarina dogru gittigi Ankara'da, içinde 9 yil müddetle çalisacagi ve müfettislige kadar yükselecegi Is Bankasina Umum Muhasebe Sefi olarak girdi. (5 Agustos 1929) Taksim'deki meshur tarihi bina Taskisla'nin 5'inci Alayinin Zâbit kitasinda 6 ay neferlik; Harbiye'de Ihtiyat Zâbit Mektebinde 6 ay talebelik, pesinden de 6 ay subaylik yapti. 18 aylik bu askerlik macerasi, 1931 senesinin baslarindan 1933 senesinin ilk aylarina kadar fâsilalarla devam etti.

Askerligi bittikten sonra Ankara'ya döndü. Üçüncü siir kitabi 'Ben ve Ötesi'nin çikisindan sonra artik renk renk konfeti yagmuru altinda ve söhretinin zirvesindeydi.

1934'de bir aksam, nihayet bir aksam, çalistigi bankadan Bogaziçindeki evine dönmek için bindigi 'Sirket-i Hayriye' vapurunda karsisina oturan ve gözlerini ondan ayirmayan; o güne kadar hiç görmedigi, bir daha da göremiyecegi Hizir tavirli bir adam, ona, kâinat çapinda bir vaadin, Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri'nin adresini verdi.

Sicak bir ilkbahar günü, yanina Abidin Dino'yu aldi ve Eyüb sirtlarina çikti. Belki üç, belki bes saat süren o günkü temastan aldigi kelimeler üstü bir tesirle çarpilip kaldi ve bir daha birakmamacasina o Büyük Zat'in eteklerine yapisti.

Hikayesi 'O ve Ben'de yer alan, korkunç bir fikir buhranina (crise intellectuelle) , büyük ruh istirabina çattigi 34 yili, bu yüzüyle ise, hayatinin en belali senesi oldu.

Yasadigi buhranli günlerden sonra Efendisinin manevi tesiriyle açilan kitaplik çapta eser verme devrinin ilk eseri 'Tohum'u yazdi. (1935)
1936'da Celal Bayar'in temin ettigi ilanlar yardimiyla çikardigi ve 16 sayi sürdürdügü 'Agaç' Mecmuasi, dönemin önde gelen entellektüellerini çatisi altinda topladi.

Uzun süredir üzerinde çalistigi, büyük ruh çilesinin sahne destani 'Bir Adam Yaratmak' piyesini 63 numarali ocak idaresinin teftisini yapmak için gittigi Zonguldak'ta bitirdi. (8 Temmuz 1937) . Eser ilk defa 1937-38 kisinda, Istanbul Sehir Tiyatrosu'nda Muhsin Ertugrul tarafindan temsil edildi ve muazzam bir alaka dogurdu. 1938 senesinin baslarinda Ulus Gazatesi yeni bir Milli Mars için müsabaka açti. Ayrica kendisine özel olarak yapilan teklifi; öne sürdügü isi umumilestirmekten..yani 'müsabaka'dan vazgeçilmesi sartinin hemen kabulü üzerine benimsedi ve sonunda 'Büyük Dogu Marsi' olarak kalan siiri yazdi.

Sonbaharda, artik kendini 'dolap beygirinden farksiz' hissetmeye basladigi Bankadan istifa etti (10.10.1938) : ve vakit geçirmeden Haber gazetesine girdi. Kisa bir süre sonra da Son Telgraf gazetesinde, Bâbiâlinin önde gelen muharrirlerinin aksine, Ikinci Dünya Savasinin kaçinilmaz oldugu görüsünü savundu ve hakli çikti. Hâdiseleri önceden haber verir mahiyetteki teshis ve tahlilleri karsisinda muhalifleri ancak söyle diyebildi:
'- Bu adam ne derse çikiyor! ..'

Zamanin Maarif Vekili Hasan Âli Yücel tarafindan Ankara Devlet Yüksek Konservatuarina Hoca olarak tayin edildi. Bu Profesörlük isinin trenlerde kondöktörlüge döndügünü ileri sürerek Hasan Âli'den Istanbul'da bir görev istedi. Güzel Sanatlar Akademisi'nin Yüksek Mimari kismina atandi. Ayrica Robert Kolej'in son siniflarinda Edebiyat Hocaligi yapti.

1939'da, ileride bas köseye oturtacagi en sevdigi siirini, bu tarihten 5 yil önce yasadigi anlatilmaz ve anlasilmaz büyük ruh istirabinin siirini (Çile) verdi.

1940 yilinda Türk Dil Kurumu hesabina 'Namik Kemal' isimli bir eser kaleme aldi ve vaktiyle Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri'nin Ulu Hakan Abdülhamîd hakkinda söylemis oldugu hakikatleri, bu eser zâviyesinden tetkiklerini derinlestirdikçe bizzat gördü.

1941 senesinde, yine köklü bir..familyadan; 'Bâbanzâde'lerden, Ahmed Naim Efendi'yle kardes çocugu olan Recai Bey'in kizi, Yahya Nüzhet Pasa'nin torunu..Fatma Neslihan Hanimefendi ile evlendi. Bu..evliliginden Mehmed (1943) , Ömer (1944) , Ayse (1948) , Osman (1950) ve Zeynep (1954) isimli bes çocugu oldu.

1942 kisinda tekrar 45 günlügüne Erzurum'a askere gönderildi. Askerken yazdigi siyasi..bir..yazi..sebebiyle mahkûm oldu ve ilk hapis cezasini Sultanahmet cazaevinde tatti.

1943, Sanatkarin fildisi kulesinden agoraya indigi; tam olarak belirdigi tarihtir: Içini öyle bir sosyal mücadele ruhu; sanatinin muhtaç oldugu cemiyeti yogurma heyecani kapladi ki, artik çalisamaz oldu ve mücadelesini bir ömür; hükümetiyle, partisiyle, basiniyle, hocasiyle, gençligiyle kendi açtigi bütün cephelerde tek basina sürdürecegi Büyük Dogu Mecmuasi'nin ilk sayisini çikardi. (17 Eylül 1943)

Sonraki dönemlerine bir hazirlik kademesi olan derginin bu ilk devresi, 30'uncu sayida 'Allaha itaat etmeyene itaat edilmez! ' meâlindeki bir Hadîs-i Serif yüzünden, rejime itaatsizligi tesvik suçlamasiyle 1944 Mayisinda Bakanlar Kurulu karariyla kapatildi.
Gün geçirilmeden Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimari bölümündeki hocaligindan kovuldu ve ikinci askerligine ikinci defa sevkedilerek Egridir'e sürüldü.

Bu ilk devresinden sonra, 2 Kasim 1945'ten baslayarak 5 Haziran 1978'e kadar günlük, haftalik ve aylik olarak çesitli tarih ve periyotlarda tam 16 devre yayin hayatini sürdüren Büyük Dogu'yu cilt cilt eser faaliyetinin yani sira, 36 sene müddetle tek basina omuzladi; büyük bir fikir ve aksiyon zemini kurdu.

2 Kasim 1945'de Büyük Dogu yeniden çikmaya baslayinca, onu, birdenbire; 'eski Iktisat Vekili Fuat Sirmen'e nesir yoluyle hakaret, Dini tezyif, memleket dahilinde tesekkül etmis Iktisadî, hukukî, siyasî, idarî rejimleri devirmek yolunda propaganda' gibi birçok adlî takibat ve muhakemeyle yüzyüze birakti.

1946 senesinin sonlarina dogru, 13 Aralik tarihli sayisinda; kapak yaptigi mücerret bir kulak resminin altindaki 'Basimizda kulak istiyoruz! ' yazisi Inönü'nün kulaklarinin duymuyor olmasi hakikatiyle birlesince Örfi Idarece tekrar kapatildi.

Birkaç gün sonra Basbakan Recep Peker tarafindan Ankara'ya çagirildi. Recep Peker'in sadece 'biraz ölçülü' davranmasi ve fazla aleyhte yazmamasi karsiligi 100.000 lira teklifi, kabul etmedigi takdirde ise açik açik zindana atilma tehtidiyle karsilasti.

O günler için bir servet demek olan deste 'söz' olmaktan çikmis, üstündeki 'Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasi' bandajiyle birlikte önündeki masaya birakilmisti. Çok geçmeden; kapatilan dergide tefrika edilmeye baslamis olan 'Sir' isimli piyesinden dolayi 'Milleti kanli ihtilale tesvik' suçlamasiyle mahkemeye çikarildi.

Artik büyük mücadele yolundaydi. 1947 baharinda (18 nisan) Büyük Dogu'yu yeniden ve üçüncü defa çikardi. Birkaç ay sonra (6 haziran) 'Abdülhamîd'in Ruhaniyetinden Istimdat' baslikli Riza Tevfik'e ait bir siirin nesri sebebiyle Büyük Dogu mahkeme karariyle tekrar kapatilirken kendisi de tutuklanarak hapse atildi. 'Türklüge Hakaret'den yargilandi, 1 ay 3 gün tutuklu kaldi ve sonunda beraat etti.

1947 yili içinde; bütün bunlar olup biterken ve arada bir sürü tutuksuz muhakeme, üzerine saçma taneleri halinde gelirken, 'Sabir Tasi' piyesiyle 'C.H.P. Sanat Mükâfati'ni kazandi. Ancak jürinin verdigi karar Parti Genel Idare Kurulu tarafindan iptal edildi.

Yine ayni yil, Büyük Dogu'nun çikmadigi kisa bir arada 3 sayilik mizah dergisini; 'Borazan'i çikardi. 1948'de, Temyiz Mahkemesi, hakkindaki ilk ve meshur beraat kararini, dünya adalet tarihinde görülmemis tertiplerle bozdu. Bütün bir yil geçimini, (ihtimal ki, üzerine Puccini'nin bir operasi takili pikapla, büyükbabasi, Bâlâ rütbeli Marasli Hilmi Efendi'nin ceviz çerçeveli yagli boya portresi hariç) evinde ne varsa son iskemleye kadar satarak temin etti.

1949 senesini; zevcesi, üç çocugu ve kayinvalidesiyle beraber küçük bir otel odasinda karsiladi. Agir Ceza Mahkemesi hakkinda verdigi beraat kararinda israr ederken, Büyük Dogu da kapana-çika; fakat her defasinda kaldigi yerden yoluna devam ediyordu.

Bu yilin Ramazan ayinda (28 Haziran) Büyük Dogu Cemiyeti'ni kurdu.
Subat 1950'de Cemiyetin bir numarali subesi 'Kayseri Büyük Dogu Cemiyeti' açilir açilmaz Halk Partisinin duydugu dehset son haddine vardi. Açilisi yaptiktan sonra Istanbul'a dönüsünde bir yazi bahanesiyle tutuklandi, Türklüge Hakaret Davasinda verilmis beraat karari Temyize 'tekrar ve topyekün' bozdurulur bozdurulmaz da (21 Nisan) hapse atildi.

500 yillik bir Türk ailesine mensup Necip Fazil'in hayatindaki, 'Türklüge Hakaret Davasi'ni da içine alan bu dönem; tesirinin, o günlerde kendisine ne gözle ve nasil bir dehsetle bakildiginin, ne tür bir muameleye..müstehak görüldügünün ve kapi kapi hangi korkunç berzahlardan geçtiginin iyi bilinmesi için, üzerinde dikkatle durulmasi gereken bir dönemdir.

1949 yilinin açtigi, gittikçe köpüren iftira ve lekeleme kampanyasinin ve bu takip ve tarassutun bir neticesi halinde çok geçmeden basina 'Kumarhane Baskini' diye akseden siyasi komplo tertiplendi (24.3.1951) . Bu komplo üzerine Büyük Dogu'nun derhal toplatilan meshur 54. SAYI'sini çikardi. Bu sayidaki bir yazisindan dolayi tutuklanarak cezaevine atildi. Çikisinda Büyük Dogu Cemiyeti'ni tasfiye etti.

1952'de, Vatan gazetesinin sahibi ve basyazari Ahmet Emin Yalman'in Malatya'da bir suikast tesebbüsü ile yaralanmasi (22 Kasim) ile baslayan hâdiseler, malum basinin yaygarasiyle büyütüldü, genisledi ve nihayet onu da azmettirici sifatiyla, o ünlü savunmalarini yapacagi sanik sandalyesine çekti.

11 Aralik 1952'de, bu hadise üzerine yayinladigi, simdi 'Müdafalarim' adli eserinde yer alan 'Maskenizi Yirtiyorum' isimli ünlü brosürle, 1943'ten beri basina gelenlerin ve bütün bu olup bitenlerin genis bir muhasebesini yapti.

12 Aralik 1952'de, yani Malatya hâdisesinden hemen sonra, daha önceki bir mahkûmiyetin infazi bahanesiyle atildigi hapisten 'taammüden katle tesvik ve azmettirmek, katle tesebbüs fiilini medih ve istihsal eylemek' isnadlariyle yargilandiktan sonra, 16 Aralik 1953'te Malatya Dâvasindaki suçsuzlugu (!) anlasilmis olarak çikti.

1951, 1952 ve 1956'da Büyük Dogu'yu günlük gazete olarak çikardi. Büyük Dogu'nun tesiri o kadar büyük oluyordu ki, 1954 seçimlerinden önce, bir parti lideri yaptigi seçim konusmalarinda eline dergilerden çesitli nüshalar alarak; 'Iste Menderes, bu yobazlik âbidesine yardim eden adamdir. Onu ve partisini seçmeyin! ..' diye propaganda yapti. 1957'de de 8 ay 4 gün hapis yatti.

Bu arada; hiçbir zaman ve mekan sarti aramaksizin sürekli yaziyor, degisik sahalarda zirve eserler vermeye devam ediyordu. Ata olan sevgisi ve biniciligi meshurdu. 1958'de, Türkiye Jokey Kulübü'nün ismarlamasiyle, belki de dünyada mevzuunun ilk örnegi olarak, ati bütün ruhu, estetigi, tarihi ve felsefesiyle, sairane bir üslupla ele alan ve anlatan bir eser kaleme aldi.

Büyük Dogu'larin muazzam hücum devresi 1959'da, aleyhine o kadar dâva açilmisti ki, bu dâvalarin yarisi mahkûmiyetle neticelense 101 sene hapis yatmasi gerekecekti.

Mahkûmiyet kararlarinin hizla kesinlesmeye basladigi ve Basbakan'in emriyle Nigde Cezaevinde kendisine tek kisilik konforlu (!) bir hücre hazirlandigi sirada 27 Mayis 1960 Ihtilali oldu. Ihtilalin ilk radyo duyurularindan birinde, zaten çikmayan Büyük Dogu'nun kapatildigi ilan edildi.

6 Haziran günü geceyarisi evinden alindi. 4.5 ay müddetle Balmumcu garnizonunda 'gerekçesiz' tutulduktan ve yüzbasilara varincaya dek en agir hakaretlere maruz birakildiktan sonra, Genel Affa ragmen, 5816 sayili kanun sadece kendisi aleyhinde istisna tutuldugu için, 'toplu tahliye' sebebiyle bayram yerine dönmüs Garnizon kapisina yanasan; kaatilleri, irz düsmanlarini tasimaya mahsus camsiz, kirmizi renkte bir cezaevi arabasiyla Toptasi Hapishanesine nakledildi. (15.10.1960) Ve 1.5 yil içerde kaldi.
18 Aralik 1961'de tahliye edildikten sonra önünde iki yol açildigini gördü; Ya her seyden büsbütün el etek çekmek, yahut her seye topyekün el uzatmak... Tercihi, demir hapishane kapilarindan daha önce de saliverildigi günlerden farkli degildi.


1963 Ilkbaharinda bir davet üzerine açilan 'konferans çigiri' üzerinde evvela Salihli, Izmir; bir müddet sonra Erzurum, Van; daha sonra Izmit, Bursa ve 1964 yilinin ilkbaharinda da Konya, Adana, Maras ve Tarsus'ta konferanslar verdi.

1964'te Büyük Dogu'nun 11'inci devresini açti. Adnan Menderesin aziz hatirasi için kaleme aldigi ve derginin 1'inci sayisinda nesrettigi 'Zeybegin Ölümü' siirinden dolayi takibata ugradi.

1965'te 'b.d. Fikir Kulübü'nü kurdu. Mart ayindan baslayarak sirasiyle Adiyaman, Maras, Burdur, Gaziantep, Nizip, Kilis, Kayseri, Akhisar, Ankara, Kirikkale ve Eskisehir'de konferanslar serisini sürdürürken, günlük çerçevelerine ve bazi eserlerinin tefrikasina da bir gazetede devam etti.
'b.d. Fikir Kulübü' adina Ankara Dil Tarih Cografya Fakültesi'nde verdigi bir konferans üzerine açilan dâvada, 'Din esasina bagli cemiyet kurmak' iddiasiyle yargilandi.

Büyük Dogu'larin 1965 ve 1967 devrelerinde birçok defa 'Hükümetin Manevi Sahsiyetini Tahkir' suçlamasiyle takibata ugradi. Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti ve Milli Birlik Komitesi dönemlerinin ardindan, Adalet Partisi devr-i iktidarinda da takip mevzuu olmaktan kurtulamadi.

27.12.1967 tarihli Büyük Dogu Dergisinde dönemin Basbakani'nin (Demirel) kayitli oldugu Mason kütügünün fotokopisini ilk defa olarak yayinladi.
'Ideolocya Örgüsü' isimli eseri, 'Mümin/Kafir' diyaloglari ve siyasi içerikli yazilari sebebiyle devamli olarak suçlandi, sorgulandi, yargilandi.
1968'de 'Vahidüddin' adli eserini Bugün gazetesinde tefrika edip ilk baskisini yaptiktan sonra takibata ugradi ve kitap toplatildi. Eserde suç unsuru bulunmadigina dair bilirkisi raporu dogrultusunda Mahkeme, beraat karari verdi.

Ileride, kararin Temyiz'e bozdurulmasi ve daha önceki kararin aksine mahkemenin bozma ilamina uymasiyle bu dâvadan da mahkûm olacak (28.11.1973) ve bir müddet sonra Af Kanunu çikacagi için karar infaz edilemeyecekti. Ancak 'Vahidüddin' eseri 2'nci baskisinda hiçbir takibata ugramayip 'zaman asimi'na girecegi halde, 1976'daki 3'üncü baskisindan sonra tekrar takibata ugrayacak ve en asiri fikir düsmanlarinin imzasini tasiyan bütün bilirkisi raporlarina ragmen hukuk anlayisi bakimindan tarihte esi az görülmüs bir mantik üzerine oturtulmus 25 sahifelik bir kararla 1.5 yil mahkûmiyetine sebep olacakti.

1969 yili içinde Erzincan, Antalya ve Alanya'da konferanslar verdi.
Çesitli tarihlerde muhtelif gazetelerde, basmakalelerine, fikralarina ve bazi eserlerinin tefrikasina devam etti; tam sahife Ramazan yazilari kaleme aldi.

Fas'tan, Saraya çok yakin çevreden evine kadar gelen, ömrünün kalan kismini bütün aile fertleriyle birlikte Fas'ta geçirmesi, yani bundan böyle Fas'ta yasamasi teklifini; gözlerini pencereden disariya, alakasiz bir noktaya dikerek, küçük, çok küçük göz tikleri içinde sabirla dinledi. Ilgisiz bir mevzu açarak cevap verdi.

1983 yılında vefat etti.

ESERLERİ
1-Hikayelerim
2-Cinnet Mustatili
3-Bir Adam Yaratmak
4-Çile
5-Kafa Kağıdı
6-O ve Ben
7-Yunus Emre
8-At'a Senfoni
9-Para
10-Sahte Kahramanlar
11-Hazret-i Ali
12-Tanrı Kulundan Dinlediklerim
13-İhtilal
14-Moskof
15-Tohum
16-Aynadaki Yalan
17-Reis Bey
18-Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu
19-Babıali
20-Sosyalizm,Komünizm ve İnsanlık
21-Hitabeler
22-Peygamberler Halkası
23-İbrahim Ethem
24-Hesaplaşma
25-Esselam
26-Dünya Bir İnkilap Bekliyor
27-Hac
28-Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar
29-Türkiye'nin Manzarası
30-Çerçeve-I
31-Nur Harmanı
32-İman ve İslam Atlası
33-Müdafaalarım
34-Veliler Ordusundan 333
35-Benim Gözümde Menderes
36-İdeolocya Örgüsü
37-Mümin-Kafir
38-Senaryo Romanlarım
39-Çöle İnen Nur
40-Son Devrin Din Mazlumları
41-Öfke ve Hiciv
42-Sabır Taşı
43-Ulu Hakan II.Abdülhamid Han
44-Başbuğ Velilerden 33
45-Çerçeve-II
46-Konuşmalar
47-Rabıta-i Şerife
48-Doğru Yolun Sapık Kolları
49-Başmakalelerim-I
50-Tasavvuf Bahçeleri
51-Çerçeve-III
52-Namık Kemal
53-Hücum Ve Polemik
54-Rapor 1/3
55-Rapor 4/6
56-Rapor 7/9
57-Rapor 10/13
58-Yeniçeri
59-Reşahat
60-Başmakalelerim-II
61-Mektubat
62-Başmakalelerim-III
63-Çerçeve-IV
64-Gönül Nimetleri

antaloji.com'dan alıntıdır.
 

Beşir Ayvazoğlu - Edebiyatın Renkli Dünyasına Kısa Yolculuklar - Söyleşi - 26 Ekim Cumartesi


Edebiyatın Renkli Dünyasına Kısa Yolculuklar
Konuşmacı: Beşir Ayvazoğlu
Yer: Türk Edebiyatı Vakfı
Tarih: 26 Ekim 2013 Cumartesi saat 14:00



Edebiyatın Renkli Dünyasına Kısa Yolculuklar Nedir? Ne Anlatılır?

Tecrübeli yazar ve aynı zamanda Türk Edebiyatı Vakfı başkanı olan Beşir Ayvazoğlu edebiyat tecrübelerini dinleyicilere aktararak, dinleyicilerini Türk Edebiyatın'da kısa yolculuklara çıkarıyor.

Beşir Ayvazoğlu kimdir?

Halen Türk Edebiyatı Vakfı Başkanlığı yapmakta olan Beşir Ayvazoğlu Edebiyat Öğretmenliği, köşe yazarlığı ve bir dönem Kütür Bakanlığı danışmanı olarak görev almıştır.
Şiir, deneme, araştırma, inceleme ve biyografi alanında yayımlanmış çok sayıda kitabı bulunmaktadır.

Söyleşi Adres:

Mekan: Türk Edebiyatı Vakfı / İstanbul
Adres: Divanyolu Cad. No:14 Sultanahmet / İstanbul
Telefon: 0212 527 50 32
E-mail: tedev@turkedebiyati.com.tr

Şiir Vakti



 

Tüm etiketler (Alfabetik Sıra)

Yağmurlar yağıyor gök delindi sanki, sevgililer yürüyor el ele...
Sesli Şiir Vakti


Sesli Şiir Vakti 
 
 
Sesli Şiir Vakti Hizmet Şartları | Gizlilik Politikası | Telif Hakkları
Copyright © 2012. Şiir Vakti - All Rights Reserved
Geliştiren CihanWebMaster
Proudly powered by Blogger